24 Şubat 2019 Pazar

Suudilerde kadınlar ve gerçekleri(3)



Suudi Arabistan’da yukarıda belirtilen reform hareketleri, Suudi kadının siyasi, sosyal ve ekonomik alanlardaki kısıtlı rolünün değişmesinde yeterli adımlar değildir. Hâlihazırda bu kararların çoğu Kral’ın insiyatifi ile gerçekleştirilebilmiş gelişmelerdir. Kadınların kimlik kartı edinmesi gibi alanlarda atılan adımlar ise devlet içerisindeki karar alıcılar ile dini otoritelerle muhafazakâr kesimleri karşı karşıya getirmektedir. Hatta Kral’ın kendisi de doğrudan dini otoritelerin eleştirilerine hedef olmaktadır. Yüksek Ulema Konseyi ve Yüksek Yargı Konseyi üyeleri açık bir şekilde Kral’ın Şura Konseyi’ne kadın üye atamasını eleştirmişlerdir.

Kralın himaye etmediği pek çok reform projesi dini otoritelerin tepkisi ile karşılaşmakla kalmayıp engellenmektedir. Örneğin hala kadınların alışveriş merkezleri gibi kadın-erkek karma bulunduğu yerlerde çalışması Yüksek Ulema Konseyi fetvası ile yasaktır.

Esas itibari ile kadınlar üzerinden gerçekleşen bu gerilim sadece bu husus ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan’daki monarşi ile karar alıcıların içerisinde bulunduğu ikilem kadın hakları ve kadının statüsü başta olmak üzere pek çok alanda daha da görünür hale gelmeye başlamıştır. 

Bir yandan küresel dünyanın ve değişen bölgesel dinamiklerin baskısı altında kalan ve değişime zorlanan Suudi Arabistan monarşisi diğer yandan ise katı özcü yaklaşımı ile değişime tamamen direnen dini otoriteler ile mevcut sistemle yakın çıkar ilişkileri içerisinde olan muhafazakar kesimlerin değişim karşıtı katı baskısı arasında kalmaktadır

Suudi Arabistan monarşisinin kadın hakları konusunda attığı olumlu adımların ardında uluslararası dinamikler başat faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dış dinamikleri aslında üç ana başlık altına da toplamak mümkündür. Öncelikle monarşinin uluslararası arenadaki imajı giderek daha fazla eleştiriye hedef olmaktadır. Pek çok uluslararası örgüt kadınların ülke içerisindeki statüsünün geliştirilmesine yönelik -sınırlı da olsa- baskı yapmaya devam etmektedir.

 Yapılan bu baskıya ek olarak Dünya Ticaret Merkezi üyeliği gibi önemli süreçlerde sürekli gündeme gelen husus ayrıca Suudi Arabistan’ın imza Kadına Karşı Her Tür Ayrımcılığı Ortadan Kaldırma Sözleşmesine (CEDAW) imza atmasından ötürü artan bir baskıya dönüşmektedir. İkinci olarak her ne kadar ülkede kadınların örgütlü olarak mücadele etmesine yasal olarak izin verilmese de kadın aktivistlerin ülkedeki eylemlerini arttırması ve daha da görünür hale gelerek sınır aşan bir etki ile seslerini uluslararası kamuoyuna ulaştırabilmeleridir.


Son husus ise refah seviyesinin yüksek olduğu ülkede kadınların eğitim oranlarının oldukça yükselmesine rağmen siyasi, sosyal ve ekonomik alanların bu gelişmeye ayak uyduramamasının yarattığı gerilimin giderek had safhaya ulaşmasıdır. Yüksek eğitim alan Suudi vatandaşlarının %56,5’ini kadınlar oluşturmakta ancak kadınlar toplam istihdamda %14 bir alana sahipler. Suudi Arabistan’da sorun kapasite sorununu aşmış ve daha çok fırsat eşitliği ve yapısal sorunlar haline gelmiştir. Ülkede kadın potansiyeli kendine henüz siyasi, sosyal ve ekonomik alanda yapıcı ve etkin bir yer bulamamıştır. Örneğin sosyo-ekonomik olarak avantajlı kesimlerden gelen kadınlar bu kısıtları daha da zorlamaktadırlar. Lubna Al-Olayan Suudi Arabistan’daki en iyi CEO’lardan biri olarak kabul edilen kadınlardan sadece biridir. Yurtdışında devlet bursu ile eğitim gören Manar Saud’un ülkesine döndükten sonra eğitimine uygun bir iş bulunamaması bu gerilimin dikkat çekici hikâyelerden sadece biridir.31 Sonuç olarak gözle görülür pek çok uyumsuzluk ortaya çıkmaktadır. Önemli bir şirkete CEO’luk yapan bir kadının araba kullanamaması ya da velisinden izin belgesi almadan seyahat edememesi bu uyumsuzluğun çarpıcı bir resmidir.

Suudi Arabistan’da kadınlar yasal olarak haklarını arayabilecekleri sivil toplum örgütleri kuramadıkları için kurumsal araçlardan yoksun bir şekilde taleplerini dağınık ve sivil itaatsizlik mekanizması ile duyurmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle de Suudi Arabistan’daki kadınların durumuna yönelik toplu bir araştırma ve doğal olarak durum değerlendirmesi yapmak zorlaşmaktadır. Ancak Suudi Arabistan’da kadınlara yönelik politika ve gazete sayfalarına yansıyan olaylar açık bir şekilde münferit olmaktan da uzaktır. Ülke genelindeki oranlarını bilemesek de ülkede yaşanan sosyo-ekonomik gelişmeler bir yandan, bölge ve dünyada yaşanan değişimler ve Suudi Arabistan üzerinde yarattığı baskı diğer yandan Suudi Arabistan’da önemli faktörler haline gelmeye başlamıştır. Özellikle Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı dinamikler kadın hakları konusunda devlet eli ile bazı reform çalışmalarının hızlan dırılmasına neden olmuştur. 

Ancak özelikle Suudi monarşisinin mimarlığını yaptığı bu reform çalışmalarına, muhafazakâr gruplar ile dini otoriteler büyük bir direnç göstermektedir. Kadının ülkedeki statüsü ve hakları üzerinde belirginleşen bu gerilim esas itibari ile daha derin bir siyasi gerilimi işaret etmektedir. Ülkede dini otoriteler monarşi için önemli bir meşruiyet kaynağı oluşturmaya devam etmekte ise de monarşinin bir diğer güç kaynağı olan devlet mantığı ile gerilim yaşamaya devam etmektedir.

Suudi arabistanda kadın gerçekleri(2)


Suudi Arabistan’da aile hukukunda kadının statüsü oldukça zayıf bir durumdadır. Erkeklerin isteğe bağlı boşanma, çocukların velayetini alma ve dört eş edinme hakları bulunurken, kadınlar boşanma hakkına ancak evlilik anlaşmalarında yer almışsa, eşinin iktidarsız olduğunu ya da kendisini terk ettiğini ispat etmesi durumunda sahip olabilmektedirler. Boşanma sonrası kadının nafaka hakkı yasal olarak bulunmamaktadır. Erkeklerin örfi olarak boşanmanın ardından eski eşlerine bir süreliğine yardımcı olması beklenirken, yapılmaması durumu yasal olarak bir sorun teşkil etmediği gibi yasal bir takip sistemi de bulunmamaktadır. Boşanma sonrası çocukların velayeti ise babaya verilmektedir. Babanın yetersiz olarak görüldüğü durumlarda ise büyük annebaba çocukların velayet hakkına anneden önce sahip olabilmektedirler.
Suudi Arabistan vatandaşı erkeklerin yabancı ülke vatandaşlarıyla evlenmeleri durumda eşleri ve sahip olacakları çocukları vatandaş olma hakkına sahip olabilirken, kadınların Suudi vatandaşı olmayan erkeklerle evlenmeleri durumda çocuklarını vatandaşlıklarını geçirme hakları bulunmamaktadır. Bu durumdaki Suudi kadınların sadece erkek çocukları 18 yaşını geçtikten sonra vatandaşlık için yasal başvuruda bulunabilmektedirler. Himaye sistemi ülkedeki her yaştaki kadınların erkek velilerinden (erkek kardeş, baba, eş gibi) izin almadan çalışmalarına, eğitim almalarına ve seyahat etmelerine izin vermemektedir. Sosyal alandaki kısıtların devlet eli ile sıkı kontrol altında tutulmaya çalışıldığı görülmektedir. Ahlaksızlığı Engelleme ve Namus Koruma Komisyonu (al-hay’at al-amr bil ma‘ruf wa al-nahia ‘an al-munkar) kamu alanlarındaki davranışları, kadınların giyimlerini ve kadın ile erkekler arasındaki ilişkileri takip etmek ve kovuşturmak ile sorumludur. Genel olarak Haia diye bilinen bu dini polis birimleri ülkede oldukça etkin bir konuma sahip olmalarının yanı sıra özellikle son yıllarda pek çok eleştirinin de odağına yerleştiler. Örneğin 2002 yılında Mekke’deki bir kız okulunda çıkan yangında  genç hayatını kaybetmişti. Bu olayda Haia’nın, kızların yanan okul binasını terk etmelerini ve itfaiye görevlilerinin de müdahale etmesini “kıyafet uygunsuzluğu” gerekçesi ile engelledikleri iddia edilmektedir.Haia bu iddiaları reddetmiş ve açılan soruşturmada kendisine yönelik iddialar düşmüş; okul binasında sigara içen öğrenciler ile gerekli önlemleri almayan okul idarecileri ise olayın sorumlusu olarak belirlenmiştir.Başka çarpıcı örnekler ise Haia polislerinin pek çok kez şüpheli gördükleri çiftleri trafikte takip etmeleri sırasında gerçekleşen trafik kazalarında ortaya çıkmaktadır. Benzer bir olayda kocasını kaybeden bir Suudi kadının açtığı dava hala devam etmektedir.18 Gene 2010 tarihinde bir çifte, kadının gözlerini de kapatması için müdahale eden dini polisler, eşi ağır bir şekilde dövmüşlerdi. Bu olayda yargıya taşınmış ancak dini polis haklı bulunarak karşı çıkan eşe 350 kırbaç cezası verilmiştir. Olaydan kısa bir süre sonra ise olayın gerçekleştiği yer olan Hail vilayetinde kadınların gözlerinin de kapalı olması gerektiğine yönelik bir karar alınmış ve kamuya duyurulmuştur.
Ancak özellikle son yıllarda Haia, yani dini polislere karşı kadınların mukavemet göstermesi giderek yaygınlaşmaya başlamıştır. 2010 tarihinde bir kadının, dini polislere saldırması hem Suudi Arabistan’da hem de dünya basınında oldukça geniş yer almıştı. 2012 yılında alışveriş merkezindeki bir Suudi kadının, makyajı ve ojeleri nedeniyle müdahale etmek isteyen dini polislere karşı çıktığını ve kavga ettiğini gösteren videonun basında yer alması da bu açıdan önemli bir simgeye dönüşmüştür.
Dini polise karşı gelişen toplumsal tepki, Suudi kraliyet ailesinin de dikkatini çekmiştir. Hem toplumsal tepkileri yatıştırmak hem de Arap Baharının bölgede yarattığı değişim dinamikle rini ülke içerisinde yumuşatmak adına özellikle dini polisler konusunda çeşitli adımlar atılmıştır. Temmuz 2012’de Kral Abdullah dini polislerin başına ılımlı birini atamış, gene aynı yıl içerisinde gönüllülerin dini polis olarak görev yapması ve vatandaşlara ölçüsüz şiddet uygulanması yasaklanmıştır
Son gelişmelerin de etkisi ile dini polisin müdahalelerinde daha dikkatli olmaya çalıştığı görülmektedir. Dini liderlerin ve kurumların tam desteğini alan dini polisin örneğin alışveriş merkezinde kendileriyle kavga eden kadına yaklaşımları bu açıdan değerlendirilebilir. Gene Suudi gençler arasında moda olan alışveriş merkezlerine iç çamaşırlarını gösteren ince bir pijama benzeri kıyafetle gitmelerine yönelik dini polisin yaklaşımı da önceki dönemlere göre oldukça çekimserdir.
Ancak dini polis teşkilatının yani Haia’nın 2013 bütçesinden oldukça büyük bir pay alması dikkat çekicidir. Haia’nın bütçesi 131 milyon Suudi Riyalı artarak 1.46 milyar riyala ulaşmıştır. Bu yıl içerisinde Haia’nın 40 yeni şube ve merkez açması planlanmaktadır. Öte yandan teşkilatın daha iyi bir kayıt sistemi oluşturmak ve “fikir güvenliğinin” daha iyi sağlanması amaçları ile bilgisayar ve altyapı sistemini modernize edeceği açıklanmıştır.24 Bir yandan dini polisin eylemleri kamuoyunda kısıtlanıyormuş gibi görünse de diğer yandan dini polis teşkilatına yönelik herhangi bir yasal reform yapılmamakta ve hatta sahip olduğu bütçe arttırılmaktadır. Bütçenin kullanılması planlanan projeleri de teşkilatın ülke içinde daha kurumsal bir yapı içerisinde yayılacağı sinyal leri vermektedir. Gönüllülerin görevlerine son vermesi, açılacak yeni şubeler ve teknolojik bakımdan altyapının desteklenmesi Haia’nın kayıtlı personelini ve teşkilat ağını genişleterek daha da kurumsal bir hale geleceğini göstermektedir. Bu nedenle de devlet eli günlük yaşama uygulanan bu sosyal baskıyı ve sınırlandırmaları gevşetmesi daha çok söylemsel zeminde kalmakta ve kurumsallaşarak devam ettiği görülmektedir. Bu durum devletin sosyal alandaki kontrolü kendi tekeli altına almaya çalıştığı şeklinde yorumlanacağı gibi bu tekelin sağlanması halinde reformcu hamlelerine uygun kurumsal yapıya da ulaşmaya çalıştığı şeklinde de görmek mümkündür.
Kadınların kimlik kartı sahibi olması gibi ehliyet sahibi olması da ülkede hala tartışılmaya devam eden bir husustur. 1991 tarihli fetvaya göre kadınların araç kullanması yasaklanmışsa da 2006 tarihinde dönemin Kültür ve Enformasyon Bakanı kadınların ehliyet başvurusu yapmalarının önünde hiçbir yasal engel olmadığını açıklamıştır.Ancak bugün gelinen noktada kadınların araç kullanması hala bir sorun olarak ülke gündeminde kalmaya devam etmektedir. 2012 yılında gerçekleştirilen ve medyada kendine geniş yer bulan “Women2Drive” Kampanyası Suudi Arabistan’da kadın hakları konusunda alttan gelen baskıyı göstermiştir. Manal El Şerif, başlattığı kampanyanın ardından işini kaybetmiş ve çeşitli baskılarla yüz yüze kalmıştır.Son yıllarda kadınlar, yasal olarak kadın hareketleri kuramadıkları için, karşılaştıkları kısıtlamalara daha çok sivil itaatsizlik tekniklerini kullanarak cevap vermektedirler.
Suudi Arabistan sosyal hayata paralel olarak ekonomik alan da cinsiyetlere göre ayrılmıştır. Bu nedenle de kadınların sahip olabileceği ekonomik olanaklar sınırlı kalmaktadır. Ülkede eğitim ve sağlık hizmetleri, cinsiyet ayrımına göre düzenlenmiş olduğundan kadın çalışanların çoğu eğitim ve sağlık bürokrasisinde istihdam edilmektedir. Buna ek olarak sadece kadınların ihtiyaçlarını karşılaması için düzenlenmiş alış veriş merkezleri, imalathaneler ve hükümet komisyonları da kadınların çalışabildiği yerlerdir. Mühendislik ve hukuk gibi alanlarda kadınların eğitim almasına geçmişte izin verilmez iken artık günümüzde bu kısıtlar ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle de gelecekte mühendislik ve hukuk alanlarında da kadın istihdamının gerçekleşebileceği düşünülebilir. Öte yandan Kral Abdullah döneminde kadınlara daha fazla alanda iş imkânı oluşturulmaya başlandığı görülmektedir. Pasaport idare bölümü, iç güvenlik, devlete bağlı insan hakları komisyonları ile Ticaret ve Endüstri Bakanlığı bu yeni dönemde kadınlara yer vermeye başlamıştır. Aynı zamanda mühendis ve gazeteci birlikleri ile ticaret odalarında gerçekleşen seçimlere katılmaya da başlamışlardır. Suudi Arabistan ekonomisinde kadının yeri oldukça sınırlı olmaya devam etmektedir. 2005 yılında tahta çıkan Kral Abdullah döneminde kadınların devlet bürokrasisi içerisinde önemli pozisyonlara atandığı gerçeğini bir kenara not etmekle birlikte devlet-dışı ekonomik alanlarda kadın istihdamı hala zayıf kalmaktadır. Ülkede kadın istihdamının %95 kamu sektöründe yoğunlaşmaktadır. Kamu sektörü içerisinde en çok tercih edilen alanlar ise %85 ile eğitim alanı ve %6 ile sağlık sektörüdür.Sonuç olarak kadınlar gene sadece kadınlara ve çocuklara hizmet veren alanlarda çalışabilmektedirler.

Suudilerde kadınlar ve gerçekleri (1)


Körfez ülkeleri arasında hem ekonomik hem de siyasi alanlarda en etkin devlet olan Suudi Arabistan özellikle 2010 halk ayaklanmalarının ardından pek çok sorunla yüzleşmek zorunda kaldı. Değişim dalgasının bölgedeki pek çok rejimi sarsması, Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer Körfez ülkelerini de alarma geçirdi. Ancak Körfez ülkelerinin Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı bölgesel değişim dinamikleri karşısında aldığı ilk önlemler ekonomik alan ile sınırlı kaldı. Sosyal tansiyonu bastırmak amacı ile rantiyer ekonomik sistemlerine uygun olarak özellikle alt sınıfları hedef alan sosyal hibe programları başlatıldı. Ancak Suudi Arabistan’ın çok daha kökten çözümlere başvurması gerekmektedir çünkü diğer Körfez ülkelerinin aksine Suudi Arabistan hem nüfusunun yüksekliği ile hem de gençler ve kadınlar arasında yaşanan işsizlik gibi önemli yapısal sorunlarla karşı karşıyadır. Ülkede Şiilerin yanı sıra bazı siyasi gruplar da ekonomik, sosyal ve siyasi alanın kendi lehlerine değişmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu gruplar arasında son zamanlarda en dikkat çekici olanı ise kadın hakları konusunda mücadele veren aktivistlerdir.

Suudi Arabistan’ın temel yasaları cinsiyet eşitliğini garanti etmediği gibi sosyal ve idari pek çok eşitsizliğe de yasal zemin sağlamaktadır. Öte yandan devletin finansal olarak desteklediği ve hem idari hem de siyasal alanda yer verdiği ulema, kadınların Suudi Arabistan’daki sosyal, siyasi ve ekonomik alanlarından dışlanmasına destek vermekte ve özellikle son yıllarda yapılmak istenen değişiklik yanlısı tutumu da engellemeye çalışmaktadır.


Suudi Arabistan’da kadınların siyasi alandaki varlığı oldukça kısıtlıdır. 2005 yılında yapılmaya başlanan ve 2005 ve 2011 yıllarında olmak üzere iki defa gerçekleştirilen belediye seçimlerine henüz kadınların seçmen ve aday olarak katılımı sağlanmamıştır. 2005 yılındaki seçimlerde kadın nüfusun büyük bir çoğunluğunun kimlik kartlarının olmaması ve kadınların kimliklerinin seçim memuru tarafından teyit edilemeyeceği gerekçe gösterilerek, kadınların oy vermesi kabul edilmemişti. Ancak İçişleri Bakanlığı 2000 tarihinden beri ülkede 22 yaş üstü kadınlara kimlik vermeye başlamıştır. Gene de Ekim 2011 tarihindeki belediye seçimlerinde de hem oy kullanamamış hem de aday olmalarına müsaade edilmemiştir. Öte yandan Kral Abdullah Şura Konseyi’ne kadın adayların tam aday olarak atanacağı sözünü vermesi1 ve yakın zamanda da bu sözünün gerçekleştirerek Şura Konsey’ine atadığı kadın aday listesini açıklaması bu konudaki olumlu bir gelişmedir. 11 Ocak’ta 150 üyeden oluşan Şura Konseyi’ne atanan 30 kadın üyenin listesi açıklanmıştır.2 Şura Konseyi 1993’te kurulmuş ve 60 üye ve bir Şura Başkanı ile çalışmalara başlamıştır.3 Çalışmaları sadece danışma ve tavsiye niteliğinde de olsa, monarşi ve ulema işbirliği ile yönetilen ülkede konseyin varlığı önemli bir unsur olarak kabul edilmektedir. Şura Konseyi üye sayısı 2005 tarihinde 150 kişiye yükseltilmiş ve son olarak da kadın üyeleri de içerisine alacak şekilde reforme edilmiştir. Benzer bir şekilde 25 Ekim 2011 tarihinde Kral Abdullah kadınların 2015 belediye seçimlerine katılabileceklerini açıklamıştır.
2002 tarihine kadar Suudi Arabistan vatandaşı kadınlar ancak “yasal velileri” olan erkeklere bağlı olarak kimlik sahibi olabilmekteydiler. Bu tarihten itibaren İçişleri Bakanlığı Suudi vatandaşı kadınların da bağımsız birer kimlik kartı edinebilmelerini sağlayacak uygulamaya geçmiştir.4 Ancak bu uygulamada da şimdilik her kadın kimlik kartına sahip olma hakkına sahip değildir. Kendilerine ait bir kimlik kartına sahip olmak isteyen kadınların “yasal velilerinden” yani eş, baba ya da erkek kardeşlerinden izin belgesi ve eğer çalışıyor iseler işverenlerinden de belge almaları gerekmektedir.5 Uygulamanın 22 yaş üstü kadınları kapsadığı da ayrıca not edilmelidir. Kimlik kartı uygulamasında en çok tartışılan ve tartışılmaya devam eden husus ise belgede kadınların yüzlerini gösteren bir fotoğrafın bulunması zorunluluğu. Dini otoriteler bu uygulamayı Suudi gelenekleri ve İslam’a karşı bulmakta ve karşı çıkmaya devam etmektedir. Özellikle Şura Konseyi’nde kadın üyelerin de yer alması kimlik kartı uygulamasını mecburi kılmaktadır. Öte yandan 2010 tarihinden itibaren tüm Körfez İşbirliği Konseyi üye ülkelerini kapsayan üye ülkeler arası pasaportsuz sınır geçişini sağlayan karar sayesinde kadınlar yeni bir tür kimlik kartı da edinmeye başladılar. Bu kart içerisinde parmak izi, GPS izleme bandı ve yüzü açık bir fotoğrafı taşımaktadır. Karta “yasal veli” iznine gerek duymadan sahip olmak mümkün, ancak hala seyahatlerde “yasal veli” izni şartı uygulaması devam ediyor.6 Hâlihazırda Suudi Arabistan’da tüm kadınlar için kimlik kartı uygulamasının zorunlu hale getirilmesini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmaya çalışılmaktadır7 , ancak ülkedeki muhafazakâr çevreler ile dini otoriteler bu uygulamaya karşı çıkmaktadır. Mevcut kimlik kartlarında kadınların yüzlerini gösteren fotoğrafın bulunması ve güvenlik kontrollerinde kadınların yüzlerini açmaları gerekmesi8 de diğer tartışılan mevzulardır. Dini otoritelerin ve muhafazakâr kesimin yüzü gösteren fotoğraf yerine parmak izinin kullanılması için Şura Konseyi’ne sunduğu öneri9 ise reddedilmiştir. Benzer tutum kadınların tek başlarına otelde kalabileceklerine dair kararın uygulanmasında da ortaya çıkmıştı.
Öte yandan kadınların devlet bürokrasisi içerisinde daha çok yer almaya başladığı görülmektedir. 2009 tarihinde ilk defa ülkede bir kadın bakanlık yardımcılığı görevine atanarak ülke tarihinde bir ilke imza atmıştır. Her ne kadar Nora El Faiz kadın eğitiminden sorumlu olarak bakan yardımcılığı görevini üstlense de ileride sadece kadın ile ilgili olmayan başka görevlere kadınların atanabileceğini beklentilerini beraberinde getirmiştir. Ayrıca ülkede ilk defa sadece kadınlar için eğitim veren bir üniversite açılmış, bu üniversitenin başına da bir kadın rektör atanmıştır.13 Ağustos 2012 tarihinde ise eğitim kurumlarında kadınların daha etkin rol alması sağlamak amacı ile kadın Eğitim Bakanlığı’nda önemli pozisyonlara atanmıştır.
Kadınlar ile erkeklerin yakın iletişim içerisinde olmasına karşı çıkılan Suudi Arabistan’da devlet bürokrasisindeki kadın çalışanlar bu genel kabule göre çalışmaktadırlar. Örneğin Şura Konseyi’ne atanan kadın üyelerin konseye giriş kapıları, ibadet yerleri ve çalışma salonları erkeklerinkinden tamamen ayrı olacak şekilde planlanmıştır. Kadınlar Şura Konseyi çalışmalarına ise ses ve video yayınları aracılığı ile katılabilecekler.

KİLİSENİN YEDİ FARKLI EVREDEN GEÇMESİ VE YAHUDİLERE BENZERLİK


Bu yazımız da özellikle Hristiyanlık için önemli olan 7 tane kiliseye bakacağız. Bu kiliselerin hem tarihi hem de Hristiyanlarca sembolize edildiği için elbette ülkemizde bir kargaşa yada kendi tabirleri ile kaosa sürüklemek için uğraşırlar. Amaçları ise bu kendileri için kutsal sayılan kiliseleri kontrol altına almak ve hayallerinde ki evanjelizm projesini gerçekleştirmek.

7 rakamı Yahudiler için çok önemli bir semboldür. Çoğu nedenleri bu yedi rakamına bağlarlar.
Yuhanna'nın Esinlenme kitabı yedi kiliseye yazılan yedi mektupla başlar. Yedi, Esinlenme kitabında en fazla kullanılan rakamdır.

Vahiy ikinci ve üçüncü bölümlerinde yedi mahalli kiliseden söz edilmekte: Efes, İzmir, Bergama, Tiyatira, Sart, Filadelfiya ve Laodikya kiliseleri. Rabbimiz İsa Mesih Patmos Adası'nda bütün görkemiyle öğrencisi Yuhanna'ya açıklayarak yedi kiliseye yedi mektup göndermesini buyurdu: "Gördiiğiinii kitaba yaz ve yedi topluluğa, yani Efes, İzmir, Bergama, Tiyatira, Sart, Filadelfiya ve Laodikya'ya gönder."


"Söz konusu yedi kilise Vahiy' in yazılışmda bildirildiği gibi Anadolu'nun Asya ilinde kımılmuş yedi topluluktu ... Sözii edilen kiliseler Rab tarafından melekler olarak görülmekte. Betimsel kullanımla her melek her kilisenin biitiiniinii temsil ediyor." (Sarkis Paşaoğlu ve Haramlambos Bostancıoğlu, Mesih'in Dönüşü ve Dünyanın Sonu, GDK_X_ayın, Num:24, s. 79)
1)      EFES KİLİSESİ-à : İlk sevgisini yitiren kilise, (birinci ve ikinci yüzyıl). Efes M.Ö. 1000 yıllarında kurulmuş namlı bir şehir. Efes kelimesi Yunanca bakıyorum anlamındadır. Diğer manaları da seven-arzu edilendir.
2)      İZMİR KİLİSESİ: Baskı gören kilise,(ikinci-dördüncü yüzyıllar). İzmir M.Ö. 1000 yıllarında kurulmuş. Lidyalılar şeh57 ri yıktı. 4. yüzyılda Büyük İskender yeniden kurdu. Efes'ten sonra İzmir, Patmos'a en yakın kentti. İzmir sözünün Yunancası "Smyrna / Müryağı, acılık" manasındadır.
3)      BERGAMA KİLİSESİ: Dünya ile uzlaşan ruhban kilise, (4-6. yüzyıl). Pirgos ve Gamos Yunanca karşılığıdır ve manası kule ve düğün demektir.
4)      TİYATİRA KİLİSESİ: Örfe bağlı karanlık çağ kilisesi, (6. ilelS. yüzyıl arası). "Tiyatira" Bergama'nın 60 kilometre güney doğusundadır. Günümüzdeki Türkçe adı Akhisar' dır. "Tiyatira" Yunanca "tyyo" dan gelir ve manası daimi kurbandır
5)      SART KİLİSESİ: : Uyanıp da yeniden uykuya dalan reform kilisesi (1517-1648 arası) Burası Akhisar'ın elli kilometre güneyindeki dağın eteğindedir. Sart birkaç manaya gelmektedir. Sıyrılanlar, tazelenmiş ve ölçü ipi gibi. Sart kilisesinin Protestanlığın belirlediği zamana işaret ettiğine inanılıyor. Yezbel'in Papalığın ... etkisi kırılmıştır. Luther, Zwingli, Kavlin, Farel, Knox gibi reformcular 

      Hıristiyanlığa farklı bir bakış açısı getirdiler. Protestan reformunun ana çizgisi başlangıçta üç noktada özetlenebilir.
a) Hayat ve iman için gerekli tek kılavuz, tek kural Kutsal Kitaptır.
b) Kurtuluş iman yoluyla inayettedir. Kurtuluş için lüzumlu tek adım imanla kurtarıcıya verilmektedir.
c) Kilisenin tek efendisi ve rabbi göklere yükselen Rab İsa Mesih' tir.

"Protestanlık belirdikten kısa bir süre sonra kiliselerin çoğunluğu "yaşayan kilise" olarak belirdiyse de "ölü" duruma düştü. Akılcılık, modernistlik, hümanizm ön sıraya getirildi. Kutsal Kitap yerine insan aklı öne geçmeye başladı. Evrim teorisi, hümanist felsefe bütün kiliseleri virüs gibi sardı. Protestanlık dünya ruhuyla karışarak İncil'in temel gerçeklerinden uzaklaş58 maya başladı.
6)       FİLADELFİYA KİLİSESİ à Azınlık misyon kilisesi (1 700- 1900 arası). Burası Sart kilisesinin kırk kilometre güney doğusunda bir yerdir. Filadelfiya, kardeşlik sevgisi manasındadır. Bu kilisenin tarihte temsil ettiği dönem, söz konusu Protestanlar arasında gerçekleşen ruhsal uyanış ve intibah dönemidir. Metodist, Pietist, Kalvinist, Moravlılar, Püritenler, Baptistler vs. Hıristiyan akımları bu kilise merkezlidir. Bu kilisenin özelliği Mesih' in sözüne sarılmak, Mesih'i yadsımadan her durumda ona sadık kalmaktı. Burada "kendilerini gerçek Yahudi yerine koyup da Yahudi olmayan, ama Şeytanın sinagogundan" olanlara değiniliyor... Mormonlar, Yehova Şahitleri, British İsrailliler, Adventistler vb. Bu kümeleşmeler kendilerini Vahiy'deki 144.bin Yahudi ya da İsrail'in kaybolmuş on kuşağı olarak tanıtırlar. Filadelfiya kilisesi, yani sadık azınlık bu tür sapmalara sürekli karşı durdu ve durmaktadır
7)      LAODİKYA KİLİSESİà "Bizler şimdi Laodikya kilisesi döneminde yaşıyoruz ... Laodikya kilisesi Vahiy' deki yedi topluluğun sonuncusudur. İsa Mesih tek övgüde bile bulunmadan kiliseyi tenkit eder. Kilise "ne soğuk, ne de sıcak'' . . . Ne iman ediyor, ne de inkar. Mesih inancıyla dünya bir arada yürüyor. İmanlılar İsa Mesih' e önem veriyor, ama mahalli çıkara da sarılmış durumda. Zamanımızda da her mesele halkın onayına, seçimine bırakılmış. Genel isteğe uygun ne varsa o uygulanır. Halkı memnun eden vaazlar yapılır, halkın onayladığı çalışmalar düzenlenir. Kilise Kutsal Ruh'un yöntemi, Kutsal  Kitab'ın buyruğu doğrultusunda değil, halkın arzusu kapsamında yönetilir. Protestan kiliseleri Filadelfiya ve Laodikya olmak üzere ikiye ayrılır."

Yedi kilisede dikkati çeken yedi ayrı durumla İsrail'in tarihindeki durumu arasında çarpıcı benzerlikler vardır deniyor. İnayet döneminde kilisenin geçtiği ruhsal evrelerin Eski Ahit'te İsraillilerin geçmiş olduğu evrelere paralel olduğuna inanılıyor.

1. İsrailliler Mısır' dan Tanrı' nın halkı olarak çıktıklarında tanrıları Yahweh'e sevgileriyle dikkati çekiyordu. Çıkışın başlangıcında Tanrı'ya yönelik ilk sevgileri soğudu: (İlk sevgisini yitiren Efes kilisesinin durumu gibi).
2. İsrailliler kırk yıl boyunca çölde çok ağır şartlar altında yaşadı: Tıpkı sıkıntı çeken İzmir kilisesinin durumu gibi.
3. Moab ovalarında İsrailliler putlara tapıcılığa, Balaam'ın yanlış öğretisine sürüklendi. -Dünya ile uzlaşma yoluna giden Bergama kilisesinin yaptığı gibi.
4. İsrailliler yerleştikleri Kenan topraklarındaki komşu kavimlerin örfüne ve putlarına yöneldiler, Yezebel'in baskısıyla imandan uzaklaştılar: Tıpkı kötü örf ve adetlerin egemen olduğu Tiyatira kilisesinin durumunda olduğu gibi.
 5. Yahudiler, Tanrıları Yahweh'yi ve onun buyruklarını göz ardı edip ikiye bölündüler. Sürgüne gönderildiler: Uyanıp yeniden uykuya dalan Sart kilisesinde olduğu gibi.
6. Yahudiler esaretten, sürgünden kurtulduklarında yeniden Tanrı'ya ve onun sözüne döndüler: İsa Mesih'in sözlerine sadık kalan Filadelfiya kilisesinin durumu gibi.
7. İsa Mesih yeryüzüne geldiğinde, Yahudilerin Tanrı'ya bağlılığı göstermelik durumdaydı. Sonra İsa Mesih'in çarmıha gerilmesine önayak oldular: İmandan ayrılan Laodikya kilisesinin durumu gibi.
Bu durumda Yahudi ve Hristiyan melezi  olan evanjelizm  büyük hedeflerinden biri de büyük isarail devletini kurmak ve bir kısmı hariç çoğu Yahudileri siyon dağında öldürecekledir.

 Şimdilik yazımı burda sonlandırıyorum başka bir yazıda görüşmek üzere…

Karl marksın meta anlayışı


Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, “muazzam bir meta birikimi” olarak kendini gösterir, bunun birimi tek bir metadır.
Araştırmalarımızın, bu nedenle, metaın tahlili ile başlaması gerekir.

Meta nedir?
Bu soruyla başlamak istiyorum öncelikle meta kavramı iyice anlaşılırsa bundan sonra gelen soruları daha mantıklı cevaplar bulmaya çalışırız.

“Meta, her şeyden önce, bizim dışımızda bir nesnedir ve, taşıdığı özellikleriyle, şu ya da bu türden insan gereksinmelerini gideren bir şeydir. Bu gereksinmelerin niteliği, örneğin ister mideden, ister hayalden çıkmış olsun, bir şey değiştirmez”  (das kapital 1. Cilt 1. Bölüm s:98)

Kısacası bu meta bir ticaret aracı yani “ üretilen  her hangi bir nesne ” diye adlandırabiliriz.
Burada ben bazı sorular sormak istiyorum.  Bu sorular ışığın da umarım meta kavramını daha iyi anlayabiliriz.

1)      Hangi nesneler meta grubuna girer?
2)      Bir metanın değeri nasıl belirlenir?      
3)      Metalar yararlı olma durumlarına göre değer belirlenebilir mi?
Şimdi bu soruları cevaplandırmaya çalışalım.

1)      Hangi nesneler meta grubuna girer?
Meta üretilen ve ticaret için kullanılan ve nesnelerdir.  Nesneler metalaştıran ana unsur onun  kullanılabilir olmasıdır. Her meta kullanım alanına girer. Ama burada bir ayrım yapmak istiyorum . en çok kullanılan meta ile en az kullanılan meta ayrımı yapmak gerekir.  Koşulluna ve ihtiyacına göre meta seçimi yapılır. Bir sanayi fabrikasında en çok kullanılan meta demir olması , tarım alanın da en çok kullanılan metanın buğday olması metaların yerine ve ihtiyacına göre kullanılmasına neden olur.  Bu durumda metaları gruplandırırken en çok kullanılandan en az kullanılana göre yapmak gerekir. Bunu yapmanın yolu da en çok tercih edilen metanın özelliklerine göre insanlar seçim yapabilirler. Seçimler ve en çok tercih edilenleri en çok tercih edelerden , en az tercih edenlere doğru bir meta grubu oluşturulabilir.

Nesnelerin fiziksel yapıları veya kullanım alanlarına göre metalar kategorilere ayrılabilirler. 
Bu açıklamada doğan bazı temel sorular sormak gerekir.

·         Metaları gruplandırırken en çok kullanılan nesneler mi , yoksa en az bulunan nesneye göre mi gruplandırılır?

·         En çok kullanılan nesne en az bulunan nesne olması en çok kullanılan olmaz, en çok kullanılan nesne de aynı zamanda en az bululan nesne olmaz , doğal olarak en az bulunan ama en çok ihtiyaç duyulan olabilir mi ?

·         Metaların fiziksel yapılarına göre gruplandırma nasıl olur ?

·         En çok kullanılan meta en çok tüketilen ve miktar olarak en çok azalan meta olduğu olduğu için meta gruplandırması bu belirsizlikten nasıl çıkabilir ?
Şeklinde sorabiliriz.

2)Bir metanın değeri nasıl belirlenir?  
   
Karl  marks bu konu da das kapitalde şu yanıtı vermektedir.
Kullanım-değeri ele alınırken, biz, her zaman, şu kadar düzine saat, şu kadar metre keten ya da şu kadar ton kömür gibi belirli niceliklerden sözettiğimizi varsayarız . Metaların kullanım-değerleri özel bir bilgi alanının, metaların ticari bilgisinin malzemesini oluşturur
Kullanım-değerleri, ancak kullanım ya da tüketim ile bir gerçek haline gelir: bunlar, ayrıca, toplumsal biçimi ne olursa olsun, her türlü servetin özünü oluştururlar. İncelemek üzere olduğumuz toplum biçiminde, bunlar, ayrıca, değişim-değerinin maddi taşıyıcılarıdır

Burada karl marks bu konu da demin bahsettiğim şekilde kullanım değerine göre metalara bir değer biçilebileceğini söylüyor. Yani bir meta hem kullanılan hem de en çok tüketilen şeklinde bir kriterin koyması bu metanın değerini  meydana getiriyor.
Ben burada bir paradoks olduğunu düşünüyorum.
Bir meta en çok kullanılan ve ne çok tüketilen olduğu için demek ki doğa da en çok bulunan veya en çok üretilen meta olmuş oluyor. Bir meta çok bulunması mı onu değerli yapar yoksa az olması mı? bu açıklamaya göre en çok kullanılan meta en çok değerli olmuş olmuyor mu?
Şimdi gelelim değişim değerine .

Değişim-değeri, ilk bakışta, bir nicel ilişki olarak birbirleriyle değişilen değişik türden kullanım-değerlerindeki oran olarak zamana ve yere göre durmadan değişen bir ilişki olarak görünür. Böyle olunca değişimdeğeri, raslantıya bağlı, tamamen göreli, ve bunun sonucu metaın özünde bulunan bir değer olarak görünür; metadan ayrılamayan ve onun özünde bulunan bir değişim-değeri ise, terimlerde bir çelişki gibi gelir.

Burada değişim değeri olarak asıl anlatmak istediği metaların birbirleri ile karşılaştırılmasıdır. Belki de das kapitalin en belirsizlik yanlarından biride şudur.
Karl marksın bir örneğine bakalım ona göre yorum yapabiliriz.

Örneğin, buğday ve demir gibi iki meta alalım. Bunların arasındaki değişim oranı ne olursa olsun, bu daima belli bir miktar buğdayı, bir miktar demire eşit kılan bir denklemle gösterilebilir: diyelim, 1 quarter buğday = x ton demir olsun. Bu denklem bize ne anlatır? Bu denklem, bize, iki farklı şeyde, bir quarter buğday ile x ton demirde, her ikisinde de eşit miktarlarda ortak bir şeyin var olduğunu anlatır. Öyleyse bu iki şeyin, ne biri ne de ötekisi olmayan üçüncü bir şeye eşit olması gerekir. Bunun için de, bunların herbirinin, değişimdeğeri olarak, bu üçüncü şeye indirgenebilir olması gerekir.
Şimdi konuyu daha iyi anlamak için karl marksın geometri örneğine bakalım ve bunları karşılaştıralım.

Basit bir geometrik örnek bunu aydınlatacaktır. Çokgenlerin alanlarını hesaplamak ve karşılaştırmak için, bunları üçgenlere ayırırız. Ama üçgenin alanı, onun görünen biçiminden tamamen farklı bir şeyle, yani tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısı ile ifade edilir. Aynı şekilde, metaların değişim değerlerinin de kendilerinde az ya da çok miktarda bulunan ortak terimlerle ifade edilebilmesi gerekir.

Burada ki benzerlik ne kadar doğrudur onu siz karar verin.
Şimdi ilk örneğe bakalım.


Marksın burada x ton demirin y ton buğdaya eşit olduğunu söylüyor.  Yukarıda yazdığım gibi metaları en çok kullanılana göre değer belirtiyorduk.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi yine bir belirsizlik meydana getiriyor. Tarım alanın da en çok kullanılan buğday ve sanayi alanında en çok kullanılan demirdir. Bu açıdan kullanıldığı yerlerin farklı olması x ton demirin y ton buğdaya eşitleyen doğruluk ölçüsü nedir?  Biz hangi kritere göre yada buğdayı nasıl demire eşitliyoruz? İki farklı alanda kullanılan iki meta aynı zamanda yerine göre en çok kullanılandır. Bu durumda en çok kullanılanı iki meta arasında neye göre belirleyeceğiz?




Hitlerin yükselişi


Çoğunuz zaten biliyorsunuz ancak biz yine de söyleyelim Naziler Almanya’da iş başına seçimle geldi. Her ne kadar böyle diktatör bir rejimin seçimle iş başına gelmesi biraz garip görünse de o zaman için çok da şaşırtıcı değildi.

 Adolf Hitler kendisinin ne olduğunu asla gizlemedi kendisi katıksız bir faşist ve antisemitik biriydi, yine de Almanlar kendisine oy vermekten çekinmedi.

Almanlar tarih boyunca hep milliyetçi ve gücü seven bir milletti. Bu milliyetçilik ve güç sevdası her zaman almanları Avrupa ülkelerinde bir süper güç olmasına neden oldu.  Bu gücün sebeplerinden biride almanların yönetimlere koşulsuz itaat etmeleridir.

Adolf hitler bunu bilerek ve Yahudiler başta olmak üzere ülkelerinde yaşayan gettolara karşı alman halkının milliyetçilik zaafından yararlanarak almanlar üstünden bir Yahudi nefreti oluşturarak kendine taraftar toplayıp kısa zamanda büyük güç haline gelmiştir.

Birinci Dünya Savaşının bitmesinin hemen ardından aslında İkinci Dünya Savaşının fitilini ateşleyecek bir antlaşma imzalandı. Birinci Dünya Savaşı’nın muzaffer devletleri mağlup ülkelere çok ağır şartlar dayattı. Bu antlaşmalarla zengin bölgeler mağlup devletlerin elinden alındı ve onları ağır tazminatlar ödetmek zorunda bıraktı.

Bu dayatmalar aynı zamanda ikinci dünya savaşının zeminini hazırladı. Tabi burada alman ordusu halkı çoğunluk olarak hitlerin politikasını destekledi. Çünkü hitler onlara büyük bir vaatte bulunuyordu. Avrupa ülkeleri başta bütün dünyayı almanlaştırma ve yeni bir insan türü meydana getirmekti.

Şüphesiz ki Versay Antlaşması’nın Almanlar açısından en küçük düşürücü ve yıpratıcı bölümü “Savaş Suçluları Bendi” kısmıydı. 231. Madde olarak bilinen bu bent ile Almanya Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının tüm mesuliyetini üzerine almak zorunda bırakılıyordu.

 Böylece ortaya çıkmış olan tüm maddi zararlardan da Almanya sorumlu tutulmuştu. Özellikle Fransa başbakanı Georges Clemenceau, Almanya’nın çok yüksek miktarda savaş tazminatı ödemesinde ısrarcı olmuştu.

Belki sorabilirsiniz neden fransa başbakanı bunu talep etmiş. Nedeni gayet açık Clemencau’nun bu kadar yüksek savaş tazminatında ısrar etmesinin sebebi Almanların hızlı bir şekilde kendine gelip tekrar Fransa’ya saldırmasının önüne geçmekti. Bu nedenle Fransa, Almanya’nın ekonomik üstünlüğünü geri kazanmasının ve yeniden silahlanma çabalarının önüne geçmek için böylesine yüksek tazminatlar konusunda bir hayli bastırdı.

Antlaşmayla birlikte Alman ordusu sıkı kontrol altına alındı ve 100 bin kişiyi geçmeyecek şekilde sınırlandırıldı ve hava kuvvetleri kurmasına izin verilmedi. Dünyanın büyük bir kısmı bu antlaşma ile birlikte yeni bir barış çağına girildiğini düşünse de Almanlar bu kısıtlamaların son derece haksız olduğu görüşündeydi.

Daha en başından, Naziler gibi bir takım aşırı sağ gruplar Versay Antlaşması’nı reddetti. Bu antlaşmayı bir ulusu komple baskı altına alan dayatılmış bir barış olarak gördüler. Başlarda çoğu Alman savaşmaktan yorulduğu için yeni bir savaş fikrine çok uzaktı, ancak zaman içerisinde bu fikirleri değişecekti.

Alman hükümeti Versay Antlaşması ile ödemeyi vadettiği tazminatları haliyle yapamadı. 1923 yılından itibaren ödemeleri düzenli olarak aksatmaya başladılar, üzerlerindeki bu yükün kaldırabileceklerinden fazla olduğunu ısrarla vurguladılar. Ancak Fransızlar, Almanların kendilerini provoke etmek için bunu kasıtlı olarak yaptığını düşünüyorlardı.

Fransız ve Belçika birlikleri Almanya’nın üzerine yürüdü ve ülkenin Ruhr olarak adlandırılan bölgesini işgal etti. Bu bölge Almanya’nın kömür, demir ve çelik üretim merkezini oluşturuyordu. Bu bölgenin ellerinden çıkması demek Alman ekonomisinin komple çökmesi anlamına geliyordu.
Ruhr bölgesinde yaşayan Almanlar pasif direniş ile işgale karşı koymaya çalıştı. Greve gittiler, Fransız işgalciler için çalışmayı reddettiler, çünkü ellerinden gelen tek şey buydu. Fransızlar göstericileri tutukladı ve onların yerine madenlerde çalıştırmak için kendi işçilerini getirdiler. Almanlar barışçıl gösterilerin ve pasif direnişin bir işe yaramayacağını gördüler.

Almanlar 1925 yılında tazminatları tekrar ödemeye başlayınca Fransızlar Ruhr’dan çekildi. Ancak o günden sonra Almanlar, Fransızların istedikleri zaman Alman topraklarını işgal edeb,leceklerinin farkına vardılar. Yavaş yavaş Almanların kafasında Versay Antlaşmasını yırtıp atmak gerektiği fikri yeşermeye başladı.

Ruhr’un işgal edilmesinin ardından Almanya’da enflasyon kontrolden çıktı. Alman Markı inanılmaz bir değer kaybına uğradı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar 160 milyar marklık askeri harcama yapmıştı. Gelinen zamanda Almanların 156 milyar mark borçları ve 132 milyar mark savaş tazminatı ödemeleri vardı. Bunun üzerine bir de ekonominin can damarı Ruhr’un kaybedilmesi Alman ekonomisini yerle bir etti.

Enflasyon inanılmaz rakamlara ulaştı. 1914 yılında, savaşın başlamasından önce 1 ABD doları 4.2 Alman markı ederken, 1923’te 1 ABD doları 4.2 trilyon mark ediyordu.
Ülke genelinde ciddi bir kıtlık ve açlık vardı. Para artık değersiz bir kağır parçasıydı, Almanların bir peni dahi tasarruf edecek halleri yoktu. İnsanlar takas ekonomisine geçti, çünkü değerli olan tek şey gıdaydı.

1923 yılında Almanya’da göç üçe katlandı, insanlar yaşadıkları yerleri terk etmeye başladı. İntihar oranları roket hızıyla yükseldi ve Almanların bu kapkaranlık günlerinde Adolf Hitler isminde bir genç hızla yükselmeye başladı.

Bu zor günlerde yükselen sadece Naziler değildi, komünizmin ayak sesleri de ciddi şekilde duyulmaya başlamıştı. Rusya dışındaki en güçlü Komünist Parti Almanya’daydı.
Alman komünist partisi, 1918 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte kurulmuştu. Rus Devrimi’nin ardından Alman Komünistleri de değişim geçirdi, SSCB’nin tüm desteklerini arkalarına alarak Almanya için bir Bolşevik Devrimi arzulamaya başladılar.
Almanlar içerisinde %10-15’lik bir kesim komünistlere oy verme fikrine sıcak bakıyordu. Ülkenin geri kalanı komünizmin yükselmesini Almanya için çok daha kötü ve karanlık günlerin bir habercisi olarak görüyordu.

Naziler bu korku üzerine oynamada başarılı oldular. Bolşevizmin tehlikelerini ve Almanya’da gerçekleşecek bir Kızıl devrimin yol açacağı tehditleri anlatan hikayeler dolaşmaya başladı. Komünizmin yükselmesine bir tepki olarak ülkenin geri kalanı aşırı sağda birleşmeye başladı.
Kısa sürede Naziler komünistlerle çatışmak için “Sturmabteilung” adı verilen bir grup oluşturdu ve sokaklara saldı, bu onların ününe ün kattı. Almanlar asıl tehlikenin Bolşevizm olduğu konusunda birleşti. Bununla baş edebilecek yegane güç olarak Adolf Hitler ismi parlamaya başladı.

1924 yılında Alman hükümetinde rüşvet skandalı patlak verdi. O zamanlar iktidarda olan Şansölye Gustav Bauer liderliğindeki Sosyal Demokrat Partinin, Danimarkalı yatırımcı Barmat Kardeşlere döviz spekülasyonu sırasında kendilerine bir servet kazandırmaları için milyar dolarlar verdikleri ortaya çıktı.

Barmat Kardeşler tabii ki başarılı olamadı. Yatırım şirketleri battı, Alman Hükümetinin milyar dolarları buhar oldu. İnsanlar, Almanların parasıyla neden böyle bir kumar oynandığı konusunda sorular sormaya başladı. 

Şansölye Bauer’in Barmat kardeşlerden yıllarca rüşvet aldığı ortaya çıktı.
Şansölye Bauer derhal kovuldu, ancak Naziler bunu propaganda malzemesi yapma fırsatını kaçırmadı. Barmat kardeşler Yahudiydi, Nazi yayın organlarında Yahudi iş adamlarının yozlaşmış, ahlaksız insanlar olduğunu gösteren karikatürler yayınlanmaya başladı. Nazilere göre Barmat skandalı hükümetin, aynı zamanda Yahudilerin çürümüş olduğunun kanıtıydı.

1930’ların sonuna gelindiğinde, Naziler hala Barmat skandalını ısrarla gündemde tutuyordu. Nazilere göre Sosyal Demokratlar “Yahudi ve Yahudi uşaklarıydı”, onlara oy vermek Barmat bloğunun adaylarına oy vermek demekti.

Almanya’da Yahudi karşıtlığı Nazilerin yükselişe geçmesiyle ortaya çıkan bir olgu değil, öncesinde de bu nefret zaten var. 1900’lerin
başında Almanya’daki partiler Yahudi karşıtı platformlar oluşturmaya başlamışlardı. Rus devrimi, hiperenflasyon ve Barmat skandalının ardından Almanya’da Yahudi olmak çok daha zor bir hale gelmişti.

Almanların pek çoğu iflas edip batarken Yahudiler ayrıcalıklı, zengin ve yozlaşmış kimseler olarak görülüyordu. Almanya’da Yahudilerin nüfusa oranı sadece %1 iken, tüm avukatların %16’sı, doktorların %10’u ve editör & yazarların %5’i Yahudiydi. Genel konuşursak, Almanlar açlık ve yoksullukla mücadele ederken Yahudilerin zengin bir yaşam sürüyor olmaları tüm nefretleri üzerlerine çekmelerine sebep oluyordu.

Aynı zamanda, Rusya’da yaşanan Bolşevik devriminin arkasında da Yahudilerin olduğu düşünülüyordu. Almanlar Komünizmin büyümesinden sorumlu tuttukları Yahudilerin kendileri için de bir tehdit olduğunu düşünüyordu.

Bütün bunlar alt alta eklenince Yahudi karşıtlığının Almanya’da hızla yayılması hiç de şaşırtıcı değildi. Üstelik bu Yahudi düşmanlığı sadece Nazilerin tekelinde de değil, Almanya’daki hemen hemen tüm partiler kampanyalarında Anti Semitizm propogandası yapmakta bir sakınca görmüyorlardı. Oteller Yahudilere hizmet vermeyi reddediyor, rahipler vaazlarında Yahudilik karşıtı söylemlerde bulunuyordu.

Alman toplumundaki bu Yahudi düşmanlığını değerlendirmek isteyen Naziler dümene geçmeye karar verdi. Yahudi iş yerlerini kontrol altına alacaklarını ve yoksullar için daha düşük maliyetli ürünlerin temininde kullanacaklarını vadediyorlardı. Naziler ayrıca Yahudilerin bu alandaki üstünlüklerine son vermek için Alman doktorlara destek programı da başlattılar. Yahudilerin yerine Almanlara iş verecekleri sözünü veriyorlardı.

29 Ekim 1929’da ABD borsası çöktü. Bu, Büyük Buhran’ın başlangıcıydı ve bu buhranın en çok vurduğu yerlerin başında Almanya geliyordu.
Alman ekonomisinden geriye kalan şeyler yabancı para üzerine inşa edilmişti. Almanlar sahip oldukları her şeyi yabancılarla ticaretten karşılıyor ve 1924’ten bu yana giderlerini Amerikan kredisiyle kapatıyorlardı. Büyük Buhran geldiğinde bu krediler kurudu ve üstüne ABD verdiği dış borçları geri istemeye başladı.

Almanya felç oldu. Endüstriyel üretim %58 düştü. İşsizlik alıp başını gitti. 1929’un sonuna gelindiğinde 1.5 milyon Alman işsizdi. 1933’te ise bu rakam 6 milyona çıkacaktı.
Hitler heyecanlıydı. Ekonominin çökmesiyle birlikte Almanlar Demokratik hükümetin bu sorunun altından kalkabileceği konusunda büyük bir şüpheye kapılmıştı. Hitler o günlerde şunu söyledi: “Hayatımın hiçbir döneminde, bugün olduğu kadar görevi almak için heyecanlı ve istekli olmadım. Yaşadığımız bu acı gerçekler milyonlarca Almanın gözlerini açtı.

Büyük Buhran’ın başlamasından kısa bir süre sonra sosyal Demokrat Parti daha agresif bir tutum sergilemeye başladı. Bir azınlık hükümeti oldukları için diğer partilerin desteğini almadan herhangi bir karar alamıyorlardı. Bu nedenle, etrafından dolanma politikası gütmeye başladılar.
Alman Anayasası’nın 48. maddesi, şansölyeye acil durumlarda demokratik prosedürleri takip etmeden kararlar alma yetkisi veriyordu. Sosyal Demokratlar bunu olabilecek en ağır şekilde kullanmaya başladı, ilk olarak parlamentodan onay almadan bütçeyi
yürürlüğe soktular. Bu insanları çılgına çevirdi. Sosyalist lider Dr. Rudolf Breitschield Sosyal Demokrat Partiyi “örtülü diktatörlük” olarak adlandırdı.

Sosyal Demokratlar 1930’da yeni bir seçim yapılması çağrısında bulundular. Bu seçimde çoğunluğu sağlayacaklarını ve artık 48. maddeyi kullanmak zorunda kalmayacaklarını umuyorlardı. Ancak işler hiç de onların düşündüğü gibi gitmedi, Nazilerin seçim kampanyası daha önce hiç görülmemiş bir kampanyaydı ve popülariteleri önlenemez şekilde yükseliyordu.
1928 seçimlerinde parlamentodaki 491 sandalyenin sadece 12’sini kazanan Naziler, 1930’daki yeniden seçimde 107 sandalye kazanmışlardı. Sadece iki yıl içerisinde hükümetin alternatifi noktasına gelmişlerdi.

İki yıl sonra başka bir seçim daha yapılacaktı. Almanlar yoksulluktan ve yozlaşmadan yorulmuştu. Nazilere oy verdiler. Bir zamanlar radikal aşırı uç olarak görülen grup artık Almanya’yı yönetecekti.
Naziler gücü ele geçirmişti, ancak çoğunluğu elde edememişlerdi. Oyların sadece %37.3’ünü alan Naziler, tıpkı Sosyal Demokrat Parti gibi azınlık hükümeti olmanın getirdiği sıkıntılarla uğraşacaklarını düşünüyorlardı… Ta ki Reichstag yangınına kadar.
Hitler’in şansölye olmasından günler sonra, Marinus van der Lubbe isimli bir Komünist, Alman Parlamento binası Reichstag’ı yaktı. Bu işi tek başına gerçekleştirdiği neredeyse kesin olsa da Naziler bu fırsatı kaçırmadı. Onlara göre bu olay Komünistlerin ülkeyi şiddet yoluyla ele geçirmeye çalışacağının bir kanıtıydı.

Reichstag yangınını gerekçe gösteren Naziler 48. Maddeyi devreye soktu. İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, gösteri ve yürüyüş hakları askıya alındı bunun yanı sıra polis kovuşturmalarındaki tüm kısıtlamalar kaldırıldı ta ki komünistler tamamen kontrol altına alınana kadar.
Naziler bu tutumlarına örnek olarak Sosyal Demokrat Partinin üç yıl boyunca 48. maddeyi kullanmasını gösterdiler. İnsanlar Nazilerin, Komünist Parti bürolarını açık açık basmasını ve tüm yayınlarına el koymasını hak ihlali olarak görmedi. Bütün bu olayları “nihayet güçlü bir yönetim ortaya çıktı, Almanya’yı daha yaşanabilir bir ülke yapmak için çalışıyor” şeklinde yorumladılar.
5 Mart 1933’te Almanlar bir kere daha seçime gitti. Komünist Parti’nin bu seçimlere katılmasına izin verilmedi. Muhalif partilerden birinin yollarından çekilmesiyle Naziler nihayet istedikleri çoğunluğu aldılar.

Naziler iktidara geldiğinde Almanya hala demokrasiyle yönetilen bir ülkeydi ta ki meclisten “Hukuka aykırılığı ortadan kaldıran durum” (Enabling Act) yasası geçene kadar. Bu yasayla birlikte Naziler istedikleri her kanunu parlamentodan geçirmeden yürürlüğe sokabiliyordu.
Ancak bu yasanın geçmesi için sadece Nazilerin oyu yeterli değildi parlamentonun 3’te ikisinin desteğine ihtiyaçları vardı. Reichstag yangınını hatırlatarak diğer partiler üzerinde bir baskı oluşturdular. Bir Nazi gazetesinde “Ya tam güç ya…! Ya bu yasa ya da yangın ve cinayet!” manşeti atıldı.

Hitler bu yetkileri son derece dikkatli şekilde kullanacağının sözünü verdi. “Hükümet bu yetkileri sadece son derece önemli tedbirler alınması gerektiğinde kullanacaktır” dedi.
Partilerin Hitler’in söylediklerine inanması neticesinde yasa neredeyse herkesin desteğiyle parlamentodan geçti. Sadece sosyal Demokratlar aksi yönde oy kullanmıştı. Hitler yasanın geçmesinin ardından Sosyal Demokratlara dönerek “Artık size ihtiyacımız yok! Almanya’nın yıldızı yükselecek ve sizlerinki batacak! Sizin ölüm ilanınız okunuyor!” diye bağırdı.
Hitler artık hep arzu ettiği mutlak gücün sahibiydi. Diğer siyasi partiler birer birer dağıldı ve kısa bir süre sonra da ülkedeki tüm seçimler durduruldu. Alman demokrasisi göz açıp kapayıncaya kadar yok olmuştu. Faşizm ülkenin kontrolünü tartışmasız bir şekilde ele geçirdi… Ve bu bizzat Almanların seçmiş olduğu bir faşizmdi.

EVANJELİZMİ BESLEYENLER


Öncelikle demokratik değerlere, görece zayıf geleneklere sahip ve teknolojik gelişmelere açık olan kültürlerde insanlar teknolojik değişimi coşkuyla karşılama eğilimindedirler
"Amerika gibi yeni olan şeylerin şehvetle karşılandığı bir yerde bu çocukça inanca büyük ölçüde sahip olunduğunu görüyoruz. Doğrusu Amerikalılar sosyal değişim sonucunda kazanan ve kaybeden tarafların ortaya çıktığının nadiren farkına varırlar. Bu durum Amerikalıların iyimserliğinden kaynaklanmaktadır. Bu tabii iyimserlik de müteşebbisler tarafından istismar edilmektedir. Teknolojik değişim için ödenen bedeli ifşa etmenin ahmaklık olduğunu bilen bu müteşebbisler topluma gerçekleşmeyecek ümitler aşılamak için olanca güçleriyle çalışmaktadırlar." (Neil Postman, Yeni Dünya Düzeni, Teknopoli, s. 21)

ABD' de 2002 yılında 10-14 yaş arasında doğum yapan Amerikalı genç kızların, pardon çocukların sayısının 7315 olduğu, bu rakamın 1946 yılından bu yana en düşük seviyede bulunduğu bildirildi. Bu arada Amerika' dan Meksika' ya giderek kaç yüz bin kanunsuz kürtaj yapıldığını bilinmiyor buna yönelik somut bir delil de yok elimde doğrusu..

İngiliz Sağlık Bakan Yardımcısı Margaret Hodge, genel olarak kızların ilk cinsel ilişkilerini 18 yaşından küçükken yaşadıklarını hatırlatarak, 18 yaşın altındaki kızların anne olmalarının önlenmesi gerektiğini söyledi. Önerilen çözüm de, okullarda doğum kontrol iğnesi uygulanması.


 Amerika' da resmi kaynaklara dayanan bilgilere göre cinsel ilişki konusunda sekse başlama yaşı dokuz yaşına kadar inmiş bulunmaktadır. 12 yaşındaki kızların yüzde 49'u, 16 yaşındaki kızların yüzde SO'i ilk cinsel ilişkilerini gerçekleştiriyorlar. Evli kadınlarda, özellikle beyazlarda evlilik dışı cinsel ilişki yüzde 65, bu oran erkeklerde ise yüzde 85.
Lisede okuyan öğrencilerin yüzde 42' si, üniversitede okuyanların yüzde SS'i hayatlarında bir defadan fazla uyuşturucu / drug kullanıyorlar. Ortalama Amerikalının bir dolarlık gelirine karşı 3 dolar borcu var.

Amerikan ekonomisinin yüzde 60' ı yüzde ikilik bir grubun kontrolü altındadır. ABD' de yaklaşık 35 milyon kişinin hiçbir sosyal güvencesi yoktur ve bu rakamın 10 milyonu bir işte çalışıyor olmasına rağmen yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

 Birleşik devletlerde orduda belirli süre görev yapmak ileriki yıllarda veteran / eski asker hastahanelerin de bedava tedavi ve bakım imkanı sağlamaktadır.

 Amerika' da beyaz ırkçılığı, Yahudilere, Zencilere, Hispaniklere, Çinlilere, Japonlara, Hintlilere ve diğer ırklara karşı patlamaya hazır bir bomba gibidir. Zaten mevcut düzende çok mükemmel işleyen bir ayırımcılık vardır

Yukarıda saydığım hususlara başka faktörler de eklenebilir. Mevcut "reel" durum Amerika'da kiliseler, özellikle Evanjelik Protestan kiliseler tarafından çok iyi kullanılmaktadır. Başka bir ifade ile Evanjelizm Amerikan milliyetçiliği tarafından besleniyor.

Günümüzde, İspanya' da başka bir dil bilmeye gerek olmadığını düşünür çoğunluk. Onların bu duruşu bütün Latin Amerika' ya hakim bir dilin kültürüne sahip olmaktan gelir. Peki, Türkiye, Türkçe ve 

Türk Dünyası?

Buna geçmeden önce   Huntington'a kulak verelim. Huntington, Amerikan Kimliği'ni "Amerikan rııhıı" diye tanımlıyor ve bunu "Anglo-Protestan" kökene dayandırıyor. Ona göre Amerikan ruhuna yönelik meydan okumalar şöyle sıralayabiliriz.
1.sadece   "Amerikan ruhu " nun ilkelerine gösterilen ortak bağlılıkla birleşmiş, tarihsel ve kültürel anlamda özünü yitirmiş bir Amerika.
2. İspanyolca ve İngilizce olmak üzere iki dile, Anglo-Protestan ve Latin-Amerika olmak üzere iki kültüre sahip, iki kola ayrılmış bir Amerika.
3. Yine ırk ve etnik kökenle tanımlanan ve beyaz ve Avrupalı olmayanları dışlayan ve / veya ikinci sınıf gören ayrımcı bir Amerika.
4. Tarihsel Anglo-Protestan kimliğini, dini bağlılıklarını ve değerlerini yeniden onaylayan ve kendisine düşman bir dünyanın karşı koymalarından güç alan yeniden canlanmış bir Amerika.
5. Amerikan rüyasının gerçekleşmesinin arkasında çok çeşitli etnik kökenden gelenlerin Anglo-Protestan kültüre ve kurucu göçmenlerin Amerikan ruhuna yaklaşımına bağlılıktır.
6. Yazara göre, bireyler arasında daha dindar olanlar aynı zamanda daha milliyetçi olmak eğiliminde. Ve bütün toplumlar tekrarlanan tehditlerle karşı karşıya kalır ve sonunda dirençlerini yitirirler. Ancak bazı toplumlar tehdit çok büyük olduğunda bile süreci tersine çevirebilirler.


EVANJELİST TEOLOJİ NİN DOĞUŞU VE İDDİALARI


Öncelik olarak bu evanjelistleri anlamak için evanjelizmin ne anlama geldiğini anlamak gerekir.  Evanjelist “ kutsal kitaba dönüş” anlamı verilir. Bu anlamda kendilerince bir felsefeyi şekillendirmeye çalışırlar. Teolojik olarak bu kavramın içinde kendilerince haklı oldukları noktaları anlamaya çalışalım.
Hıristiyanların semaya yükseltilerek büyük sevinç ile mükafatlandırılacakları İskoçyalı bir genç kıza, Margaret Macdonald'a dayandırılmaktadır.

Peki ama bu kız kimdir ve ne tür bir misyonu kendine yüklemiştir.
Mesih'in dönüşüyle alakalı vizyon sahibi olmuştur. Bu kız Katolik Havari Kilisesi'nin üyesidir. İngiltere' deki muhtelif Hıristiyan liderlere yazdığı vizyon hakkındaki tarifleri bilahare 1840 yılında yayınlanmıştır. Macdonald'ın vizyonu "gizli vecdi" herkesin göremeyeceği fikrine dayanmaktadır.
Bu da büyük kaos/türbülasyon öncesi gerçek Hıristiyanların yeniden doğacağına inananlar tarafından kabul görmüştür.

Bu konu da kendilerince kutsal kitaba dönüş ve aynı zamanda sadece kendilerinin hak olduğunu eğer ki Katolik ve protestan mezhebine bağlı insanlar bu “kutsal kitaba “ dönmezler ise zaten kendileri dışın da geriye kalan tüm insanları cezalandırılacaklarını belirtirler. Aslın da bu bana Richard dawkins ‘ın bir sözünü hatırlatıyor. “ kim nerde doğuyorsa oranın dini hak dinidir.” Der. Tabi hem evanjelizm ve diğer bütün dinlerin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bütün dinler hak din ise batıl din hangisidir veya haklık tümele uygulanabilir mi diye düşünüyor insan
Burada evanjelizm hakkında ki bir görüşü alıntı yapmak istiyorum.

"Sadece içlerinde Tanrı'nın ışığına sahip olanlar onun varlığmm işaretini göreceklerdir. Onun günü, içinde yaşayan İsa'yı barmdıranlar için aydınlık sağlayacaktır ... İçimizdeki İsa bizi yükseltecek o ışıktır. Sadece onun içinde yaşayanlar alınacak ve havada anımla (İsa Mesih) buluşacaklardır.
Hristiyanlığın mezhebi olan evanjelizmin teolojik argümanlarına bakarak aslında birçok noktada anti-tez ileri sürerek çürütülebilir.

"Vecid-vecd" teorisine karşı çıkanlar ise Margaret'in histerik ve tabiatüstü yetenekleri olan bir genç kız olduğunu iddia etmişlerdir. Daha sonra İngiliz John Darby "Zamanın Sonu" ve "Vecid" ile ilgili takdiri ilahi teorisini daha da geliştirmiştir. Teorilerini sürekli yazarak İngiltere'nin Plymouth şehrinde, sonra 1930'lu yıllarda İngiltere'de ve 1850'li yıllarda ABD' de çok popüler oldu. Nihayet 1909 yılında basılan "Scofield Referans İncil"i takdir-i ilahiciliğe, bir başka tanım ile yeniden doğuşçuluğa iyice zemin hazırladı. Scofield, "Tanrı'nın duasının Yahudi duası olduğunu ve Hıristiyanlar tarafından okunması gerektiğini" söylüyordu
.
Bu teoriye bakarak aslında evanjelizm incil eksenli değil aynı zamanda Tevrat eksenli olduğunu görebiliriz.  Hatta evanjelizm ile beraber diğer Hristiyanlık mezheplerinde ortak olan bazı noktaları söylemekte yarar görüyorum.

anlığın" bir alt grubudur. Köktencilik adı, Hıristiyanlığın temelinde bulunan beş temel öğeden geldiği şeklinde kabul görmektedir.

•Yazıların kelime manalarının doğruluğu
• İsa'nın bakir doğuşu ve ilahiliği
• İsa'nın ölümünün insanların günahlarının bir bedeli olması
• İsa'nın fiziksel bedeninin yeniden doğacağı
 • İsa'nın bir an önce dönecek olması.

Evanjelistler zamanın sonu senaryolarını bir kısım antik dini yazılara dayandırmaktadırlar. Bunlar Paul, Yakup, Petrus ve Yu33 hanna'nın bazı mektuplarıdır.

Fakat bu mektupların hiç birinde İsa Mesih'in iki kere yeryüzüne döneceğinden bahsedilmez.
İsa ikinci gelişinde ruhsal, yedi yıl sonra bedensel formda üçüncü defa yeryüzüne dönecektir. İkinci geliş yeniden doğuşçu Evanjelistleri kurtarmak, üçüncü gelişi milenyuma hükmedecek "Altın Çağ" krallığı içindir. Bu tanım bana islam dinin de de çok yabancı gelmiyor. Kurtarıcı olarak isayı gören Hristiyanlar aynı zamanda mehdiyi kurtarıcı olarak gören Müslümanlarda vardır. Tabi mehdi inancı köken olarak yine Yahudiliğe dayanmaktadır.

Evanjelist Hıristiyanlar için değilde Yahudiler için ön görülen yedi yıllık kaos / Türbülasyon Dönemi Daniel 9: 24-27'ye dayandırılmakta olup Yahudilerle birlikte diğer dine mensup olan insanlar da büyük acılar çekecek ve çoğunluğu ölecek. Derler nedeni ise belli olan egoistik bir mezhep anlayıuşı kendini mutlak doğru gören kökten dinciliğin olduğu belli dogmalardan başka bir şey değildir.

Hıristiyanlık, Yahudiliğin yerini asla almamıştır. Tanrı, İsrail meselesini daha tamamlamamıştır. Kilise de, İsrail' in yerini almamıştır. Yahudiler geçici olarak bir kenara konmuş bulunmaktadır. Zamanın sonunda vaad edilen topraklara geri getirilecek, temizlenecek ve kendilerine yeni bir kalp verilecektir. (Eski Alıid 1 2; Yasamn Tekrarı 30; 2 Saınııel 7; Yerem11a 31) isteyen daha detaylı okuyabilir. Hatta ben çoğunu özet geçiyorum.

Evanjelistler, İncil'in bazı kısımlarının sadece Yahudiler, bazı kısımlarının da sadece Hıristiyanlar için olduğunu düşünürler. Eski ve Yeni Ahid'i ayırmak kolay değildir. Zira Evanjelistlere göre İsa'nın bir kısım ifadeleri sadece Yahudiler için söylenmiş olup ve Rab'bın Duası, İsa tarafından verilse bile, sadece Yahudiler içindir. Çünkü daha gelmemiş bir krallıktan söz etmektedir. Şuan ki İsrail Yahudi devletinin kurulduğu yer vaat edilmiş topraklar hatta ortadoğunun sahipleri gibi kendilerini görmeleridir. Bütün amaçları “büyük İsrail projesini” gerçekleşirmektir.

Evanjelistler şu anda dünyayı Tanrı'nın değil Şeytan'ın idare ettiğini savunmaktadırlar. Bu şu demektir. Evanjelist Hıristiyanlığın dışındaki bütün inançların temelinde Şeytani yapı vardır. Her şeye rağmen İsa Mesih'in dönüşü ile Şeytan "Hac"ta yargılanacaktır. Oysa isa mesihi çarmıha getirenler de dönemin Yahudileridir.

İsa Mesih'in yeryüzüne gelişinin toplamı gerçekte iki değil, üçtür.
Birincisi, Peygamber olarak gelişi, çarmıha gerilmesi ve semaya yükselmesi.
ya yükselmesi. · İkincisi, Türbülasyon -büyük kaos- döneminin hemen başında İsa Mesih insanların çoğunun göremeyeceği, sadece İsa Mesih' e imanlı yeniden doğuşçuların anlayıp görebileceği bir şekilde, adeta bir şimşek gibi yeryüzüne gelecek.  Dünyada yapılan bütün savaşlar da bu noktada önemlidir. Amaçları kaosu hızlandırmak ve inançları doğrultusunda isa mesihi yeryüzüne indirmek.
Bakın Apostrol Paul'a göre bu nasıl olacak?

 "Hıristiyanların ilk zamanlarında, inancı olanlar öldüklerinden geride kalanlar İsa Mesih'in geri döndüğünde neler olacağını bilmiyorlardı. Apostrof Paul, İsa Mesih' in cennetten döndüğü zaman gökten ineceğini ... Bağıracağını ... Ve ona inananların daha önce dirileceğini yazmış." Sonunda bizler, yaşayan ve geride kalmış olanlar, havada onunla buluşmak için bulutlara yükseleceğiz ve her zaman Efendimizle birlikte olacağız:

İsa'nm yeryüzüne dönüşü ile ilgili Hıristiyanlar arasında üç ana görüş vardır.
1.       Postmilenyalizm: İsa dönmeden önce yeryüzünde bin yıllık bir barış çağı olacak ve bunun sonunda Mesih gelecek. Birinci ve İkinci Cihan harpleri bu görüşü yıkmıştır.

2.       A-Milenyalizm: İsa'nm yeryüzünde bin yıllık bir hükümranlık süresi olacak. İsa'nm bin yıllik hükümranlığı çarmıha gerilişinden sonra dirilişiyle çoktan başla'mıştır. Şeytan, İsa'nın yeryüzündeki kiliseleri ve haçtaki zaferiyle iki bin yıl önce çoktan bağlanmıştır. Bu süre kilise süresidir. Arma ged on' a kadar devam edecek. Birçok Hıristiyan buna inanır.

3.       Pre-Milenyalizm: Dünya giderek kötüleşecek. İsa kendine bağlıları çok sıkıntı çekmemeleri için yedi yıllık büyük sıkıntı (türbülasyon) döneminin başında yanma alacak. Armagedon ile beraber kilisesiyle birlikte 1000 yıllık hükümranlık için üçüncü defa gelecek.

Kötülüğü arttırmak ve dünyayı yaşanmaz hale getirip kurtarıcı olarak da mesihi beklemek ve aynı zamanda bu açıklama inanç gereği yapılmaktadır. Hem kaos yaratıp hem kurtarıcı beklemek hemde cennet için düyayı cehenneme çevirmek hangi mantık ile izah edilebilir.

Şimdi sizlere isanın ikinci gelişini ve oluşacak yada oluşturulacak ve kurgulanacak oyunlara bakalım.

• İmanlıları için gelişi ve semaya yükselme bir sırdır.
• Herhangi bir ön işaret direkt olarak verilmiyor.
• Mesih' in bu gelişinde yere ayak basma olmuyor. Yeryüzüne yakın havada buluşma söz konusu.
• İsa Mesih tek başına ölü ve diri imanlıları için geliyor.
• Mesih imanlıların damadı olarak geliyor. İmanlıların hepsi gelin.
 • Evanjelist imanlılar gökyüzündeki localarına, Mesih' in yanına alınıyor.
• Sadece Evanjelist gerçek imanlılar bu olayı görüyor.
• İmanlılar gökyüzünde yargılanıyor.
• Yedi yıllık Türbülasyon Dönemi başlıyor.
• Şeytan, Deccal ve Sahte Peygamber yeryüzünü saptırıyor. Az sayıdaki İsa Mesih' e imanlı mükafatlandırılıyor.

Bu maddeleri kabul eden biri “bir şey için herşeyi yapabilir” diye düşünüyorum.
Peki isanın 3. Gelişinde neler olacak onları da yazalım.

• Dünyaya gelişini herkes görecek, duyacak.
• Çok sayıda kehanet ve ön işaret var.
• Mesih yeryüzüne ayak basıyor.
• İsa Mesih imanlıları ile birlikte geliyor.
• Armagedon savaşı ve bin yıllık Tanrı'nın krallığı için geliyor.
• Mesih'e imanlılar onunla birlikte dünyaya dönüyorlar.
• Bütün insanoğlu Mesih'in dönüşünü görüyor. 11 Milletler yeryüzünde yargılanıyor.
• Bin yıllık Altın Çağ başlıyor.
• Şeytan ve Deccal ateş çukuruna bağlanıp atılıyor ve dünyaya yargı dönemi başlıyor.

 "Bugün İncil'i çok az kişi iyi bilmektedir ve İncil'in gerçekte söylediğini saptırmaya yönelik bir takım popüler fikirleri de  vardır. Sonuçta gerçek kehanetin birçok özelliğini karıştıran, Armagedon savaşı ve Şeytan'la son dövüş, Kıyamet ve karmakarışık hale getirilen bazı kurgusal "Zamanın Sonu" senaryoları, ortaya çıkmıştır." (Peter Lorie, Dünyanın Sonu 2009, s. 21)

Emeğin somutlaşması


Daha önceki yazılarımızda metanın ne olduğunu hangi maddeler metalar grubuna girdiğini , metanın kullanım-değeri ve değişim-değeri den bahsetmiştik. Bu yazımızda metadan emeğin nasıl somutlaştığını anlamaya çalışacağız.

Metaların değerleri üzerinde dururken ilk olarak kullanım değeri ve değişim değerine bakmıştık. Bu iki kavramın değerlerinin yanında bide emeğin değerini göz önüne aldığımızda, emeğin değeri daha çok kullanım değerine bağlı olduğunu ve kullanım değeri üzerinde daha çok yaratıcılığa sahip olduğunu görmek gerekir. Bu açıdan kullanım değeri değişim değerine göre daha çok emeğin değerine yakın olduğunu bilmekte fayda var.

“Tüm farklı kullanım-değerlerinin her çeşidine, eşit farklılıkta yararlı emek tekabül eder ve bunlar, toplumsal işbölümünde ait oldukları sıraya, cinse ve türe göre sınıflandırılırlar. Emeğin bu işbölümü, metaların üretimi için zorunlu bir koşuldur, ama tersi doğru değildir, yani metaların üretimi, işbölümü için zorunlu koşul değildir. İlkel Hint topluluklarında, meta üretimi olmaksızın toplumsal işbölümü vardır.” (das kapital 1.cilt 2. Bölüm s:113)

Metaları sınıflandırması cinsine ve türüne göre olması aynı zamanda farklı iş bölümü ve farklı iş gücü anlamına gelir. Bu açıdan yapılan tahlilde meta farkından dolayı üretim  koşulları farklı olacağı için eşit bir emekten bahsetmek imkansız olur. Eşit emek gücü aynı zamanda eşit emek değeridir.
İş bölümünün farklı olması aynı zamanda  meta üretimi için işçilik yada emek eşitliği olduğu anlamına gelmez.

Bunu bir örnekle açıklayalım.

Bir x makinasını üretimi için anlaşan bir mühendis topluğunu iş bölümünde her bir mühendisin makinanın tek bir parçasını üretmesi , her bir parçasının tasarımından montajına kadar geçen sürede tüm parçaların eşit sürede değil , tam tersi her parçanın farklı bir üretim süresi olduğunu anlamak gerekir. Burada şunu anlamak gerekir. Eşit zamanda üretilmeyen metalar için zamanı, metanın değer kriteri olarak belirlemek , aynı zamanda metaların üretimi sırasında iş bölümü eşitsizliğini de meydana getirir.

Peki zorunlu olmayan koşula bakalım. Metaların üretimi sırasında iş bölümü zorunlu değildir. Her bir meta üretimi sırasında iş bölümü yapmamak bu seferde zaman kaybı ve üretim yavaşlığına neden olur. Meta üretimi için iş bölümünün tercih edilmesi aynı zamanda işsizlik ve zaman kaybı gibi kayıplar önlenebilir.

Bütün emekleri eşitlemek de bir eşitsizlik olduğunu unutmayalım. Uçak motoru ve elektrik motorlarının üretim şartları ve zamanları eşit olmadığı gibi otomatik olarak emek eşitliği dengesini bozacaktır.

Bunu da şöyle açıklamalı bir örnekle daha iyi anlaşılabilir.

Eşit kollu bir terazide yükün olmaması terazi dengede ve eşit konumda tutar. Bir kefesine 2 kg diğer kefesine 4 kg yük konunca bu sefer terazinin dengesi bozulur. Eğer ki teraziyi tekrar dengelemek için her iki kefesine 1 kg yük koyunca yine eşitsizlik bozulmayacaktır. Yani burada eşit dağıtım eşitsizlik dengesini bozamadı. Terazinin dengesi 2 kg olan kefeye 2 kg daha eklemek , 4 kg olan kefeye de hiç eklememek bu durumda eşitlik meydana gelir.

Öyleyse özetlersek: her metaın kullanım değerinde bulunan yararlı emek, yani belirli bir türde ve belirli bir amaca yönelmiş üretken faaliyet vardır. İçlerinde somutlaşan yararlı emek, her birinde nitel olarak farklı olmadığı sürece, kullanım-değerleri, birbirlerinin karşısında meta olarak duramazlar. Ürünleri genel olarak meta biçimini alan bir toplulukta, yani bir meta üreticileri topluluğunda, her biri kendi hesabına çalışan tek tek üreticilerin bağımsız olarak yürüttükleri yararlı emekler arasındaki bu nitelik farkı, karmaşık bir sistem, bir toplumsal işbölümü meydana getirecek biçimde gelişir.

“Üretici faaliyet, aldığı özel biçimi, yani emeğin yararlı niteliğini bir yana korsak, insan emek-gücünün harcanmasından başka bir şey değildir. Terzilik ve dokumacılık, nitelik bakımından farklı üretici faaliyetler olmakla birlikte, her ikisi de, insan beyninin, sinirlerinin ve kaslarının üretici harcamasıdır ve bu anlamda, bunlar, insan emeği olarak aynıdır.”
Burada ki itirazım şudur.

Dokumacı bir halıyı dokunduğunda ve terzilik de bir pantolon diktiğin de ikisi arasında emek farkı vardır. Bu bağlamda şöyle diyebiliriz. Bir metanın zamansal olarak daha büyük bir sürede üretilmesi aynı zamanda metanın zorluk derecesi farkı olduğu için aynı zamanda kas ve sinirlerin eşit şekilde yorulduğunu söyleyemeyiz. Çok zaman alan meta üretimleri daha çok iş gücü ve zaman olarak daha çok sürenin emeği olduğunu anlayabiliriz.

“Öyleyse, kullanım-değeri esas alındığında, bir metaın içerdiği emek, yalnızca nitel olarak hesaba katılır, değer esas alındığında, yalnızca nicelik hesaba katılır ve ilkönce, yalın ve saf insan emeğine indirgenmesi gerekir. Sözkonusu olan, birincisinde Nasıl ve Ne?, ikincisinde Ne kadar? ve Ne sürede? sorularıdır. Bir metaın değerinin büyüklüğü, kendisinde somutlaşan emeği temsil ettiğine göre, belli oranlarda alınan bütün metaların değer olarak eşit olması gerekir.”

Kullanım –değeri için ne nasıl sorusunu sormadan önce ne ve nasıl kavramlarını anlamak gerekir. Kartezyen felsefe yapmanıza gerek yok. Sadece iki kavram üzerinde bir araştırma yapmanız yeterli olacaktır.

Şimdi bunu anlamaya çalışalım.

Ne kavramı nesnelere uygulanınca bilinmeyen , anlaşılmayan veya anlaşılmaya çalışmanın bir karşılığıdır.

Nasıl kavramı ise nesneye veya metaya uygulanınca nesnenin oluşum sürecini veya hangi koşullarda evrildiğini kısacası “ne” kavramının anlaşılma süreçlerini meydana getirir.

 Kullanım-değerine bu iki kavramı uygulayınca , kullanımı belirli olan metanın değerler belirsizliğine girmesine neden olur.

 Değerler belirsizliğini belirlemekte kullanılan bütün metaların kullanım değerini eşitlemek tam olarak emek eşitsizliğine neden olacağı için bu paradoksun içinden çıkmak da kolay olmayacak.

Suudilerde kadınlar ve gerçekleri(3)

Suudi Arabistan’da yukarıda belirtilen reform hareketleri, Suudi kadının siyasi, sosyal ve ekonomik alanlardaki kısıtlı rolünün değişm...